DAHİ OLSAYDINIZ NE YAPARDINIZ?

İnternette haberleri okurken, bir röportaj dikkatimi çekti. Yıllar önce “dahi çocuk” başlıklarıyla gazete manşetlerinde yer alan ve gazetecilerin haberi yaparken farkında olmadan omuzlarına ağır bir yük yüklediği bir çocuğun yıllarca o yükü taşıma serüvenini anlatıyordu.  Haberlerde  “dahi” vurgusu nedeniyle, başkalarının beklentisi doğrultusunda hareket etmek zorunda kalan bir çocuğun hikayesiydi. 

2,5 yaşında okuyup yazabildiği ve IQ testi sonucu 170’in üzerinde olduğu için herkesin ilgi odağı haline gelen çocuk, Yalın Alpay! 

İnsanlardaki dahi algısının gerçek dışı olduğunu vurgulayan Alpay, uzun yıllar farklı ruh hallerinde dolaştıktan sonra aslında insanın kendisini bulmasının çok önemli olduğunu söylüyor. 

Dahi olmak bir avantaj mı yoksa toplum tarafından ilerlemeyi önleyen ve ayaklara takılan bir pranga mı olur? Dahi insanın dünyaya bakış açısı nasıldır? 

Yalın Alpay ile dahi olmanın farklı yönlerini konuştuk. 

Dahi çocuk olmak nasıl bir duyguydu?
Yaşam, olguların üzerine bindirilen anlamlarla inşa edilen bir düzlem. Her olguya giydirilen anlam zorunlu olarak tarihsel, coğrafi ve kişisel. Yani evrensele ulaşan genel geçer kodlara sahip değiliz. Bunun yerine anlamdan anlama göndermeler yapan, birbirleri üzerine yığılan ya da birbirleri arasında sıçrayan örtüntüler söz konusu. Bu nedenle, benim “dahi çocuk” deneyimlerim, ancak 1980’lerin Türkiye’si, aile yapım, sosyo-ekonomik durumumuz ve benim kişilik özelliklerimle sınırlı. 

Bu yılların Türkiye toplumunun algısında “dahi” kavramı, her şeyi doğuştan bilen, sınırsız öngörüye sahip ve yanılma oranı sıfır olan bir zihin şeklindeydi. Kavrama gerçekte taşıdığından çok daha büyük bir yetki tanınmış, dahilik bir “hipergerçeklik” mertebesinde konumlandırılmıştı. Oysa dahilik böyle bir şey değil.

Dahi olmayı bazı röportajlarınızda bir yük olarak nitelendirmişsiniz. Sizce dahilik nedir?
Deha, benim algıladığım kadarıyla, eldeki veriler arasında daha hızlı, daha fazla ve daha nitelikli bağlantılar kurma becerisidir. Bu nedenle, yaratıcı bir kimliktir. Ancak işlerlik kazanabilmesi için, veriye sahip olması gerekir. Veriler ise toplum algısının aksine, dâhinin zihninde değil, zihninin dışında bulunur ve ancak araştırılarak zihne düşürülebilir. Veriye sahip olmayan bir dahi zihin ile veriye sahip olmayan sıradan bir zihin arasında hiçbir çıktı farkı göremezsiniz. Bu da şu demek, veri toplamadığı sürece, hiçbir deha işlevsel değildir.

Deha, yalnızca öğrendiği şeyler arasında normal zihinlerin kurmakta zorlanacağı ekstra bağlantıları kurar ve buralardan yeni sentezlemeler ve ilerlemeler kaydeder. Daha güçlü bir bilgisayar çekirdeğidir fakat bu bilgisayara hiçbir program kurulmadığında ve veri girilmediğinde elde edilebilecek sonuç sıfırdır. 

Dahi olmak, çektiğiniz verilerin tümünün işlenmesinde başarılı olmak anlamına da gelmez. Sadece düşünülmesi daha zor bağlantıları kurar fakat bu bağlantılar çoğu zaman hatalı da olabilir. Dehanın kağıt üzerinde yaptığı inanılmaz görünen tasarımlar, gerçek yaşama uygulanmaya çalışıldığında umulmadık sonuçlar hatta büyük ekonomik ya da siyasi örneklerde olduğu gibi, baş edilemeyecek başarısızlıklar ya da felaketler doğurabilir. Yani dehanın gerçekliğe ulaşma kapasitesinden çok, olayları daha katmanlı ve daha karmaşık bir şekilde ele alma kapasitesi vardır. Bu da bizi her zaman gerçeğe götürmez ve bazen gerçeğin çok daha uzağına bile atabilir. 

İşte deha böyle bir şeyken, toplumda oluşan yanlış hipergerçek deha tanımı yüzünden, çocukluğumda, varlığım ile benden beklenenler arasında yüksek bir gerilim meydana geldi. Henüz iki buçuk yaşımdayken seri bir şekilde okuyup yazmaya başlamam, dört yaşımda ilkokul matematiğinin tamamına hakim olmam, akademisyenler tarafından gerçekleştirilen pek çok zeka testinin tümünden “dahi” tanısı almam, IQ’ümü 157 ile 171 aralığında puanlayan pek çok test ve ardından ilkokula birinci ve ikinci sınıfı atlayarak üçüncü sınıftan başlamam, gazete ve televizyon röportajları aracılığıyla tüm kamuya yayılmıştı. Bu nedenle benden artık, yalnızca ailesel değil, kamusal bir beklenti söz konusuydu. Tek sorun, zekanın gerçekte yapabilecekleri ile toplumun algısında yapabilecekleri arasında devasa farktı.

Dahi çocuk olduğunuz öğrenilince, hayatınızda neler değişti?
Çocukluğumda benden her zaman en iyisi beklenirdi ve gerçekleştirdiğimde bu bir başarı olarak sayılmazdı çünkü ben dâhiydim ve dahi olan da bunu zaten yapardı. Fakat en iyisini başaramadığım durumlarda, “hem dahi geçiniyor, hem de en iyisi değil” homurdanmalarını çevremden nadiren kulağımla, çoğu zaman da sezgiyle duyardım. O zamanlar dehanın ne olduğu konusunda, ben de toplumsal algının dahi tanımına inandığım için, kendimi çoğu zaman başarısız bulurdum, elbette normal bir çocuğa göre aşırı başarılıydım, kendimden hiç memnun olmaz ve kendimi hep eksik görürdüm. Bu nedenle bende kendini beğenmek ve kendini küçümsemek duyguları eş zamanlı olarak gelişti. Bu ikisi arasında duygusal oldukça hızlı gelgitler yaşardım.  

Dikkat ederseniz, dahiliğin getirdiği suçluluk duygusu, dahiliğin kendisiyle değil, toplumun dahiliğe atfettiği hipergerçeklik ve onun getirdiği beklentilerle ilişkili. Bu yüzden, dahi olduğunu bilmeyen ya da dahiliği hatalı dahi tanımına sahip kamuoyuna yayılmamış bir dahi için, ekstra zekanın duygusal bunalıma iten bir tarafı yoktur. Farkındalıklarının yüksek olması nedeniyle çevrelerindeki olumsuzlukları daha iyi algılarlar fakat aynı zamanda bu olumsuzluklar için çareler de ürettikleri için, bu durumdan nadiren fazladan etkilenirler. Zekanın dezavantajı kamusal beklentinin realiteye uymaması yüzünden yaşanacak güçlükler, avantajı ise bizzat kendisidir. 

Öğrenme hızınız ve beyninizi kullanma şeklinizi diğer insanlarla karşılaştırdığınızda neler fark ediyorsunuz? Beyninizi daha etkili kullanmak için geliştirdiğiniz yöntemler var mı?
Sosyal bilimlerde oldukça hızlı bir öğrenme kapasitem var. Ancak bu kapasite yaşamın her noktasına yayılmıyor. Yer yön bulma konusunda ortalamanın gerisindeyim. Empati kurma noktasında da bazen çok güçlü bazen de çok zayıf olabiliyorum. 

İstediğiniz her meslekte başarılı olabilecek bir kişisiniz. Hayat seçimlerinizi yaparken kararlarınıza nasıl şekil veriyorsunuz?
Yaşamın çoğunluğu tesadüflerle, dar bir kısmı bilinçle yönlenir. Doğduğunuz ülke, yıl, aile, refahınız tamamıyla tesadüftür. Dünyadan veri çekmeye bu şartlar altında başlarsınız ve belli bir yaşa değin, ancak bizzat içinde varolduğunuz alanın verilerini çekebilirsiniz. Çektiğiniz verileri, zekanızın yanı sıra öğretilenler, kamusal bellek, gelenekler, kişilik özellikleriniz gibi pek çok irrasyonel öğe ile birlikte yorumlarsınız. İnsanın kendi geçmişini rasyonel zeminde bütünüyle yenilgiye uğratması pek güçtür. Ancak bu oran ne kadar yüksekse, kişi de o derece rasyonel kararlar almaya başlar. Fakat yaşam aklın kusursuz bir şekilde çözebileceği bir alan değildir. 80 yıllık bir insan ömründe arı akıl pek çok konuda deneme yanılma için yeterli süre bulamayacağından, çeşitli kamusal değer yargıları işin içine girer. 

Benim de herkes gibi çeşitli kişisel özelliklerim ve geçmişten getirdiğim bir kamusal belleğim var. Bununla birlikte geleceğe ilişkin planların, geçmişi sürekli olarak yeniden biçimlendirebildiğinin farkındayım. Mevcut projelerinize göre kendi geçmişiniz zihninizde her zaman yeniden yazılır. İnsan tarihsel bir varlık olduğu için, kendi değişen pozisyonuna göre değişen kararlar alıyor, gelecek projelerini farklılaştırıyor. İnsanın şimdisi, geçmişinde olduğu kadar geleceğinde de kurulduğu için bu üçlü zaman çerçevesinde arı rasyonellik ile irrasyonel alt benliğim arasında bir denge kuracak şekilde kararlar almaya çalışıyorum. Burada, zeka kadar, irade de yönlendirici oluyor. Ancak iradenin zekayı ele geçirmesi kadar, zekanın da iradeyi ele geçirebilmesi mümkün. Bu sürüp giden bir denge arayışı. Yalnızca benim için değil, herkes için.

Bilim üretmek varken, neden ekonomiye ve tarihe yöneldiniz?
“Dahiler bilim üretir” kabulü, konuşmamızın başında dile getirdiğim toplumsal ön-kabullerden birisidir ve gerçek yaşamdaki karşılığı çok güçlü değildir. Dahi sıradan bir insandır, farklılıkları minimaldir. Dahası bilim yalnızca fen bilimlerinden ibaret değildir, ekonomi ve tarih de bilim dallarıdır. 

Ekonomiyi tesadüfen seçtim. On beş yaşımda üniversite sınavlarına girerken, ekonominin ne olduğu konusunda pek bilgili değildim. Ekonomi okurken, tarihe merak saldım ve yüksek lisansımı bu nedenle tarihte yaptım. Doktorada da siyaset bilimine geçtim. Zaten bu üçlü temelde birbirleriyle doğrudan ilintilidir.

Mutluluk sizce sıradan olmakta mı saklı?
Mutluluk kişisel bir durum olabilir. Eğer böyleyse herkes için farklı bir mutluluk reçetesi geçerli. Bazı kişiler sıra dışı olmakla mutlu iken, bazıları da mutluluğu sıradan olmakta bulabilirler. 

Sağlık ekonomisi alanında reklamların haberler üzerinden yapılmasını nasıl buluyorsunuz? Sağlık alanındaki ticari kaygı nasıl yönetilmeli?
Reklamların haberler üzerinden yapılması sağlık sektörüne özgü değil, tüm sektörlere ilişkin bir durum. Haberin reklama oranla daha tarafsız olacağı ön-kabulü, haberleri daha itibarlı kılıyor. Bu yüzden de şirketler reklam kadar, itibar yönetimlerine de ağırlık veriyorlar. Zira tüketicilerin satın alma kararlarında en büyük payı algı yönetimi kaplıyor. Uzmanlığın iyice uçlara gittiği günümüzde, tüketici bir bireyin pazardaki ürünlerin hangisinin daha iyi olduğunu tek başına sınayabilmesi olanaksız durumda. Böyle olunca da, her tüketici, satın almak istediği mal ya da hizmetler üzerine, o konunun uzmanlarının fikirlerini takip etmek gereksinimi duyuyor. Fakat uzman fikirleri her zaman düşünüldüğü kadar şeffaf olmayabiliyor. Ticari kaygıların, Türkiye gibi demokrasisi kör topal giden ülkelerde siyasi motivasyonların, kanılarını kamusal alana yazı ya da konuşma aracılığıyla ifade eden uzmanları doğrudan yönlendirdiği bir dünyadayız. 

Sağlık, doğrudan insan hayatına ilişkin bir sektör olduğu için, diğerlerine oranla daha hassas bir denge gerektiriyor. Devlet tekelinden, yani en azından kağıt üzerinde bile olsa karlılık yerine kamu yararını önde tutan anlayıştan kurtulan her sektör gibi, sağlık da özel sektörde kendisine yer bulunca ticarileşiyor. Ve doğrudan serbest piyasa ekonomisinin koşullarına angaje oluyor. Ancak serbest piyasa ekonomisi farklı ağırlıklarla da olsa, kağıt üzerinde kalan bir ideal durum olduğundan, reel piyasalarda sağlık sektörü de tıpkı herhangi bir sektör gibi, gazlı içecek, kırtasiye, emlak piyasalarından farksız şekilde, çeşitli yönlendirici dedikodularla, yazılı ve görsel basındaki kasıtlı haberlerle sektör içi rekabet yaşanan bir sektördür. 

Dahası sağlık sektörünün çeşitli alt kollarında reklam yapma yasağı da bulunduğu için, bu sektörde reklam yerine haber aracılığıyla reklam yapma motivasyonu daha yüksektir. Tek sorun, insanların sağlığını geri kazandırmak vaadiyle yola çıkan sağlık sektörünün, bu sert rekabet içerisinde zaman zaman gerekli olmayan ameliyatları, gerekli olmayan ilaçları, gerekli olmayan tahlilleri tüketiciye sağlıklarını yitirebilecekleri savıyla zorla kabul ettirmesi gibi görünüyor. Çevremde çeşitli özel hastanelerde acil ameliyata alınmazsa büyük sağlık sorunları yaşayacağı söylenen insanlar, devlet hastanelerinde yeniden kontrole girdiklerinde hiçbir sağlık sorunları olmadığını öğrendiler. Bu elbette mutlaka ticari bir kandırmaca için yapılmamış olabilir, belki de yalnızca birer teşhis hatasıdırlar. Ancak ortada bir teşhis hatası varsa, bu da aynı derecede önemsenmesi gereken bir sorundur. İşte tam bu noktada sizin sözünü ettiğiniz sağlık alanında ticari kaygı nasıl yönetilmesi gerektiği konusu ön plana çıkıyor. 

Burada devletin etkin bir denetleme sistemine gereksinim var gibi görünüyor fakat devletin de böylesi bir etkin denetleme gücünden şimdilik yoksun olduğu anlaşılıyor. Liberal bir ekonomide devletin sağlık sektöründe geçerli standartlar üretip, ardından da bu standartları sıkı bir biçimde denetlemesi ve bu standartlara uymayanları sağlık sektöründen men etmesi beklenir. Ancak benim gördüğüm kadarıyla devlet henüz bazı özel hastanelerin, hastalarından almaması gereken ücretleri almasını bile önleyemiyor.