Aşkın insan psikolojisindeki temelleri neler? Aşk bir bağlılık mı yoksa bağımlılık mı? Ayrılığı yıkım olarak görenler nasıl davranıyor? Hormonlar nasıl etkiler? Aşk hayatında anne-bebek ilişkisi derin yaralar açar mı?
Bilim dünyası aşık olduğumuz sırada beynimizde neler oluyor, kimlere aşık oluyoruz, kıskanma ve sadakatsizlik nasıl ortaya çıkıyor sorularına cevap bulmaya çalışıyor. Başta evrimsel psikoloji ve evrimsel antropoloji olmak üzere birçok alanda bu konularda çalışmalar yapılıyor. Aşıkken beynimizde olanlarla ilgili bulgulara sonra geleceğim, diğer alanlardaki çalışmalar konusunda merak edilenleri ele alıyoruz.
Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Bölümü Eğitim ve İdari Sorumlusu Prof. Dr. Erol Göka, şu bilgileri verdi: “Kimlere aşık oluruz? Bize mekansal olarak yakın olanlara, bize benzeyenlere, ancak bu benzerlik fizikselden ziyade, beğeni ve hobi düzeyinde bir benzerlik. Yoksa fiziksel benzerliği olanların muhtemelen genetik havuzları da benzer olacağından evrim bunu istemiyor, bizi her zaman çeşitliliğe yönlendiriyor. Fiziksel olarak çekici bulduklarımıza, fiziksel çekicilik ölçütleri kültürlere göre değişiklik gösterse de, genel olarak erkekler kadınlarda iri gözler, küçük çene, küçük burun, büyük gözbebekleri, büyük bir gülümsemeyi; kadınlar erkeklerde iri göz, geniş çene, kemikli bir yüz yapısı ve büyük bir gülümsemeyi çekici buluyorlar. Ayrıca yüz başta olmak üzere simetrik bedensel özellikler, büyük olasılıkla simetri sağlıklılık işareti olarak yorumlandığından sağlıklı nesil meydana getirme dürtüsünün etkisiyle, hem erkekte hem kadında çekiciliği arttırıyor. Fiziksel olarak farklı olana yani esmerin sarışını sarışının esmeri, çekici bulmasında olduğu gibi karşı cinsin fiziksel olarak bizde olmayan özelliklere sahip olanlarını çekici bulmamız daha yüksek olasılık, bu da genetik çeşitliliğin sağlıklı nesil ihtimalini artırmasıyla ilgili.
Kadınlar ve Erkekler İlişkilerde Ne Arıyor?
Kadınlar, evlenecekleri erkeklerde kaynaklarını kendilerine ve çocuklarına yatırabilecek, fiziksel olarak güçlü, iyi birer baba olabilecek, maddi olarak aileyi refah içinde yaşatabilecek özellikler arıyorlar. Erkeklerin kadınlarda aradıklarıysa güzellik, gençlik gibi daha çok sağlığa ve üretkenliğe yönelik işaretler oluyor. Ama bunlar daha çok uzun süreli ilişkiler için geçerli, kısa süreli ilişkilerde ve sadakatsizlik de durum biraz daha farklı. Sadakatsizliğe daha çok erkeklerde rastlanıyor, çünkü erkekler soylarının devamını istiyor. Kadınları ise sadakatsizliğe daha iyi niteliklere sahip bir eş bulma ümidi veya bu ilişkilerde alacakları mücevherler, hediyeler itiyor.
Kadınlar Kıskançlık Duygularını Kolay Kabul Ederken, Erkekler Daha Çok İnkar Ediyor
Kadınlar kıskançlık duygularını genel olarak daha kolay kabul ederlerken, erkekler daha çok inkar etme eğiliminde oluyor. Kadınların en çok eşlerinin başka bir kadına aşık olmasını, erkeklerinse en çok, eşlerinin başka biriyle cinsellik yaşamasını kıskandıkları; böyle durumlarda kadınların daha çok kendilerini, erkeklerinse üçüncü kişiyi ve eşlerini suçladıkları bulunmuş.
Aşkta Kıskançlık Nedenleri
Kıskançlığın nedeni, evrimsel olarak sadakatsizliğe ve çok eşliliğe yatkın oluşumuza karşı geliştirdiğimiz bir mekanizma oluşu. Kadın ve erkelerin kıskançlıkları da farklı çünkü anne çocuğun kendisine ait olduğundan yüzde yüz eminken bu durum erkek için her zaman şüphelidir. İşte bu yüzden erkekler eşlerinin cinsel sadakatine daha fazla önem verirler, kadın içinse önemli olan kendisine ve çocuğuna güçlü bir baba bulabilmek ve aile kaynaklarının bölünmemesi olduğundan cinsel değil duygusal sadakat daha ön plana çıkar.
Aşk Tanımlanamaz mı?
Bugünkü bilimsel bakışla aşkı anlayabileceğimizi sanmıyorum. Tüm bu söylenenler elbette emek ürünü, çok çaba sarf edilmiştir, bu kadar sözü söyleyebilmek için. Ama yöntem yanlış olunca, ulaşılan sonuçlar da yanlış, en azından eksik olacaktır. Bazı araştırmalardan elde edilen bilgiler, insan ilişkilerinde bedenimizde, beynimizde olup bitenleri anlamak açısından işe yarayabilir ama bu bilgileri “aşk” budur diye yorumlama imkanımız yoktur. Böyle araştırmalarla aşkın gerçekliğini ortaya serme iddiası, konuşmada işe yarayan tüm organları, ağzı, dili, burnu, boğazı, enine boyuna inceleyerek sonunda ortaya çıkan sonuçların, insanın dil yeteneği keşfedildi diye sunulması kadar abestir.
“Aşk”la İlgili Keşif Yaptığımızı İleri Süremeyiz
Elbette aşk yaşantımız sırasında bedenimizde, beynimizde farklı şeyler oluyor, farklı kimyasal işleyişler gündeme geliyor, buna kim itiraz edebilir. Öfkelendiğimizde, hiddetlendiğimizde bedenimizdeki, beynimizdeki değişiklikleri hepimiz yaşar biliriz. Buna rağmen öfkeli, hiddetli iken yaşadıklarımızın ölçülüp biçilmesi bizi neyin bu kadar öfkelendirdiği hakkında hiçbir bilgi vermez. Aynı şekilde birbirilerine kur yapan, cinsel ilişki öncesi hayvanların veya aşık olduklarını iddia eden insanların bedenlerindeki, beyinlerindeki değişikliklerin izini sürerek saptadıklarımızdan yola çıkıp “aşk”la ilgili keşif yaptığımızı ileri süremeyiz. Yok yok süreriz aslında, herkesin her şeyi pervasızca ileri sürebildiği bir dünyada niye süremeyelim ki! Ama bu yaptığımız bilim olmaz. Fast foodlarda yenilenlerle mükellef geleneksel sofra yemekleri arasında nasıl fark varsa, birbirine kafiyeli sözleri uydurup uydurup söylemekle hakiki şiir arasında nasıl fark varsa, banal serüven anlatıcısının yazdıklarıyla kaliteli roman arasında nasıl fark varsa, bu safsatalarla gerçek düşünce ürünleri ve bilimsel eserler arasında da o kadar fark vardır.
Aşk Kapıyı Ne Zaman Çalar?
Bugün bilim dünyasında aşk araştırmaları insanın temel varoluşsal özelliklerini ihmal edilerek yapılıyor. İnsan varoluşunu doğru dürüst tanımayınca uygun bir yöntemle konuya yaklaşamıyoruz. Bize göre aşk, yani tutkularımızı birine yapıştırmamız, onun bizim için “vazgeçilmez öteki” haline getirmemiz, kendi varoluşumuzun ağırlığı altında ezilmeden varolabilmemiz, başkalarına olan mecburiyetimizin tek bir kişi üzerinden, üstelik belli ölçülerde iyilik vadeden bir duygu durumla sürdürülebilmemiz içindir. “Vazgeçilmez öteki”, hayatı iyi bir beste dinler gibi yaşamak için bize sunulan bir olanaktır. Bu nedenle aşk yaşantısı, her insanın başına her zaman gelebilecek, gelmesi için can attığımız bir durumdur. Ama gelip gelmeyeceği, gelecekse ne zaman geleceği belli değildir, üstelik tüm bunlar hiç elimizde değildir. Neden aşık olduğumuzun ya da ol(a)madığımızın bu nedenle, gündelik hayatımızda hep bunu karşımızdakinden beklesek de, pek öyle açıklaması yapılamaz.
Anne-Bebek İlişkisi, Daha Sonraki Tüm İlişkileri İçin Bir Temeldir
Yine bize göre aşkın kökeni, bütün zamanların aşkı olan anne-bebek ilişkisinde aranmalıdır. İnsanın ilk ilişkisi, daha sonraki tüm ilişkileri için bir temeldir. Bebeğin annesiyle ilişkisi, topyekun ve kendine özgüdür. Anne ve bebek, kelimenin tam anlamıyla bir birim oluştururlar, başka hiç kimseye, hiçbir şeye alan tanımayan bir tekli varoluştur onların birimi. Anne, bebeğin yaşaması, var kalabilmesi için mutlak zorunluluktur; bebek de anne bedeninin meyvesidir açık bir haz kaynağıdır. İkisi için de bu ilişkinin böylece kalması, dışarıdakilerin aralarına karıştırılmaması için yoğun ve anlaşılabilir bir talep vardır. Ancak her iki tarafın yoğun talebine rağmen bu birimin, bu orijinal biçimi tamamen kapsayıcı ve özgün ilişkinin yok olması kaçınılmazdır. Araya üçüncü kişi, baba, eninde sonunda girer. Babanın araya girişinin en açık göstergesi, bebeğin dili, “Babanın adı”nı öğrendiği an ortaya çıkar. İşte bu vakitten sonra hep daha çok istenecek olmasına rağmen tatmini imkansız kalacak, ölene kadar bize eksikliğini hissettirecek olan arzunun, daha doğrusu eksik arzunun kökeni anneyle olan bu dil-öncesi, henüz bebek konuşmaya başlamadan sembiyoz (ortak yaşam)un bir biçimde bozulmasıdır. Bundan böyle hep bu dil-öncesi sembiyozu, annemizle içli dışlı ilişki zamanlarımızı arar dururuz. Sürekli orijinal anneyle yaşadığımız günlerin, yitik zamanların peşindeyizdir, arzumuzu tatmin etmek için sarıldığımız her şeyi, tüm sevgililerimizi bu orijinal partnerimizle kıyaslarız. Ama onu öylesine kesin biçimde kaybetmişizdir ki, orijinal sevgi nesnemiz olan annemizle her an sarmaş dolaş olsak bile, bir daha asla geri gelmeyecektir. Dilin, simgesel olanın, kelimelerin dünyamıza girmesiyle birlikte, şeylerin gerçekliği ilelebet yitirilmiştir. İlerlemek, yürümek, insan olabilmek için doğayı tümüyle arkanda bırakmak zorundasındır. Annemizle birlik, bütünlük zamanından bize, geriye yalnızca arzu kalır. Bu nedenledir arzunun sürekli değişip durması, hiçbir zaman tatmin olmaması. Gerçekten istediğin ebediyen kaybolmuş olan birliktelik hissi, bir zamanlar var olmuş olan bütünlüğün hazzıdır… Evrensel yaratıklar içinde en tutkulu olan ve en çok arayanın insanoğlu olduğu şüphe götürmez. Bu tutkunun kaynağı, anneyle bebeklik zamanlarımızı tekrar keşfetmeye çalışan yorulmak bilmez arzudan başka bir şey değildir. Arzumuz, ruh halimize yeteneğimize göre herhangi bir biçim alabilir; şiir yazar, müzik dinler, katedraller inşa eder ve öteki gezegenlere uçarız.
Aşk Zamanla Değişir mi?
Aşk çalışmalarında son zamanlarda revaçta olan konulardan birisi de aşk yaşantısının beyin görüntüleme teknikleri sayesinde bilimsel resmini çekebilme. Aşkın bilimsel resmini çekme iddiasıyla birçok çalışma yapılıyor. Bunun için önceleri Beyin Elektrosu (EEG) kullanılırdı, şimdilerde fonksiyonel bir Manyetik Rezonans Görüntüleme (fonksiyonel MRI; Magnetic Rezonans İmaging) cihazı kullanılıyor. Bu cihazlarla aşk incelemeleri çoğu kez deneklere aşık olduğunu söylediği kişinin resminin gösterilmesi esnasında ortaya çıkan beyin değişikliklerini saptama esasına göre yapılıyor. Farklı etnik gruplarda, farklı yaşlardan ve cinsiyetlerden deneklerde hep dopamin salınımından sorumlu olan kaudat çekirdek etrafında aktivite artışı saptanıyor. Araştırmacılar, yeni veya henüz kısa bir süreden beri aşık olanların beyin aktiviteleri ile 2-3 yıldır aşık olduğunu söyleyen beyin aktiviteleri arasında da farklılık olduğunu söylüyorlar ve bunu aşkın zamanla değiştiğini, şiddetli yaşanan duyguların yerini zamanla karşılıklı anlayış ve sağlıklı iletişime bıraktığını düşünüyorlar.
Aşık, Sevdiğinin Yüzüne Bakarken, Beynin Zevk ve Ödül Merkezleri Etkinleşir
Aşık, sevdiğinin yüzüne bakarken, beynin zevk ve ödül merkezleri tegmentum ve kaudat çekirdek çok etkinleşir. Bu bölgeler, dopamin nörotransmiterinin alıcılarının yoğunlaştığı merkezlerdir…
“Dopamin” yüksek enerji, yoğun dikkat ve ödül alma motivasyonuyla ilişkilidir. Bu da aşık olduğumuzda neden kendimizi zinde, risk almaya hazır ve cesur hissettiğimizi açıklar…
Aşk bizi zinde kılsa da, araştırmacılar, aşkta, tıpkı endişe ve depresyon hastalıklarında olduğu gibi, beynimizdeki bir başka nörotransmitter olan ve mutluluk hormonu diye bilinen serotonin’in düşüklüğünden bahsediyorlar. Demek ki, birinden aşkımıza karşılık alamadığımız veya sevdiğimizden çelişkili davranışlar gördüğümüzde niçin dünya başımıza yıkılmış gibi hissettiğimiz ortadadır: “Serotonin” düşüklüğü…
Stres ve kaygı sırasında norepinefrin hormonu artıyor, norepinefrin hormonu da aşkı ve tutkuyu artırıyor. Çok sevdiğimiz, üzerine titrediğimiz sevgili, eğer ki kendisini çekiyor, bize acı çektiriyorsa, ona olan sevgimizin daha da büyüyüp takıntı haline gelmesinden işte bu “norepinefrin”sorumlu…
Dopamin ve norepinefrin, hoşlandığımız kişiyi gördüğümüzde niçin yüzümüzün kızarıp, kalbimizin hızlı çarptığını da açıklar. Dopamin yoğun çekim duyduğumuz kişiyi gördüğümüzde iyi hissetmemize neden olur, heyecanlanmamız ise, norepinefrin’in “adrenalin” salgısını uyarmasına bağlı. Bu kimyasallar sayesinde yüzümüzün kızarması da aşk açısından fena bir durum değil. Zira heyecandan yüzü kızarmış kadın görüntüsü, erkekler tarafından daha çekici bulunmalarını sağlıyor…
Aşkta “oksitosin”in de çok önemli olduğu söyleniyor.
Eşlerin birbirlerine karşı bağlılık duyguları geliştirebilmeleri ise, sakinlik, düşük kaygı düzeyi ve rahatlıkla ilişkilendirilen “endorfin”e bağlı…
Eşlerin birbirlerine karşı bağlılık duyguları geliştirebilmeleri ise, sakinlik, düşük kaygı düzeyi ve rahatlıkla ilişkilendirilen “endorfin”e bağlı…
Oksitosin, daha çok kadınların cinsel ve annelik dahil toplumsal davranışlarında söz sahibiyken, erkek cinselliği vazopresin hormonunun denetiminde. Kadınlara kur yapma, güç gösterisi, erkekler arası rekabet ve saldırganlık hep “vazopresin” hormonu düzeyimizle alakalı…
Beyinde, amfetamin’e çok benzeyen bir madde olan, “feniletilamin”in tetiklenmesi, paraşütle atlamak gibi heyecan verici olayların, çikolata yemenin yanı sıra, göz göze gelmek ve el ele tutuşmak gibi basit aşk davranışlarıyla bile olabiliyor. Bu yüzden aşıklar birbirlerine armağan vermek istediklerinde ilk çikolata akıllarına geliyor. Aşk yaşantısı sırasında kalp atışlarının hızlanması, ellerin terlemesi, zor soluk alıp verme, iştah kaybı, uykusuzluk gibi tepkiler de beyinde yüksek dozda “feniletilamin”salgılanmasına bağlı olduğundan bu maddeye artık “aşk molekülü” adı veriliyor…
Bilimsel araştırmalar, kimlere aşık olduğumuz, olacağımız konusunda feromonların işin işine karışmış olabileceğini belirtse de bu konuda net bilgiler yok. Feromonların ve/veya kokunun eş seçimindeki etkisini araştıran çok bilinen araştırmaların birinde, İsveçli araştırmacı, 44 erkeğe birer tişört vererek bunları iki gece boyunca giymelerini ve bu sürede kokulu sabun ve kozmetik kullanmamalarını istemiş. Önceki deneylerde farelerin, bedenin yabancı hücreleri saptayıp yok etmesine yarayan kimyasalların üretiminde rol oynayan “MHC genleri” anne ve babada ne kadar farklıysa bağışıklık sistemin o kadar güçlü olacağından, kendilerinkinden farklı bağışıklık sistemi genlerine sahip farelerle çiftleşmeyi tercih ettikleri bulunmuş. Araştırmacı farelerdeki sonuçların insanlar için de geçerli olup olmadığını araştırmak istiyormuş. Bu amaçla, 44 erkeğin iki gece giydiği tişörtleri 7’şerli olarak 49 kadına koklatmış. Her bir kadının kokladığı 7 kutunun üçünde bağışıklık sistemi genleri kendilerinkine çok benzeyen, üçünde kendilerinkinden oldukça farklı erkeklerin giydiği tişörtler, birinde de kontrol koşulu yaratmak için daha önce hiç giyilmemiş bir tişört varmış. Tahmin edilebileceği gibi, kadınlar bağışıklık sistemleri kendilerinkinden farklı olan erkeklerin tişörtlerini tercih etmiş ve onların erkek arkadaşlarının kokusu gibi koktuğunu söylemişler; kendilerinin bağışıklık sistemlerine benzeyen erkeklerin kokularını ise babalarının ve erkek kardeşlerinin kokusuna benzetmişler…
Aşk Bittiğinde Neler Oluyor?
Aşkın siz deyin iki, biz diyelim üç yıl bir ömrü var, hatta bazıları bunu üç saate kadar indirebiliyor. Herkesin bir ömrü olduğu gibi aşklar da ömürlü. Bu aşamalar geçince ve aşk bitince ne olur. Süren bir ilişki içinde aşk aslında iki türlü biter. Ya iki aşığın da aynı anda üzerlerinden ince bir örtü kalkmış gibi hissedecekleri biçimde olur, ama genellikle bunu ikisi de bilseler bile dile getirmezler, hala aşk ordaymış gibi yaparlar ya da aşıklardan birisi aşk yaşantısının kendisi için sonlandığını hisseder, bazen açıkça bazen yavaşça belli etmeye başlar bunu. Aşk bittiğinde nasıl tepki verileceği, neyin başlayacağı, bitişin nasıl olduğuyla ilgilidir elbette ama çok değil. Aşkın bitiş süreci ve bittikten sonra ne olacağı daha ziyade aşıkların kişisel olgunluk düzeyi ve aşklarını sağlıklı yaşayıp yaşamadıklarıyla bağlantılıdır.
Aşkına İçlerinde Tuttukları Çok Değerli Bir İnci gibi Özen Gösterenler
Kimileri özellikle sevgi becerileri yüksek ve aşk yaşantıları sağlıklı olanlar, aşkı Yaratıcıdan gelmiş bir lütuf, ebedi olanla kaynaşmak, insanlıkta tuttuğu yeri, kişisel olgunlukta kat ettiği mesafeyi artırmak için bir fırsat olarak görüyorlar. Onlar, aşk yaşantısı sayesinde giderek bilgeleşiyor, kimseyi incitmiyorlar. Hem aşklarına içlerinde tuttukları çok değerli bir inci gibi özen gösteriyor hem de toplumsal yaşamın gereklerini titizlikle yerine getiriyorlar. Onlar için aşk, öyle gürültülü patırtılı bitmiyor. Öyle uçağın inişi gibi de değil, uçmakla yere inmek arasındaki benzerlik çok iyi anlatmıyor onların aşkının bitişini. Belki kayakla uzun atlama yarışçısının, rampadan birdenbire inip çok hızlı, gösterişli ve heyecanlı bir uzun atlayış yaptıktan sonra yine yavaş ve sakince karların üzerine inip kaymayı sürdürmesi anlatabilir onların ruh hallerini. Aşk sayesinde bilgeleşmiş, aşkın baş dönmesi geçince de şimdi kendisini hayata, sorumluluklarına daha isteyerek daha zevkle bırakabilir olmuştur. Zaten bu kişisel olgunluktaki insan, büyük ihtimalle aşkını çok sağlıklı bir sevgi ilişkisine dönüştürmüştür. Eğer birlikte bir ilişkiye çevirebilmişlerse yaşantılarını, sayesinde aşka kavuştuğu insana gökten gelmiş muhteşem bir armağan gibi davranmaya başlamıştır. Yok, birlikte bir ilişkileri olmamış, kavuşamamışlarsa, iç-dünyasının en nadide köşesinde, gökten gelen bu inciye yer ayırır. Zaman zaman gülümseyerek şükran duyarak hatırlar onu. Onun için iyi dileklerde bulunur.
Aşk, Karşısındaki İnsanın Kıymetini Öğretir mi?
Sağlıklı bir aşk yaşamış insanlar, bitişten sonra, sayesinde aşkı yaşadığı insana da aşk bittiğinde ortaya çıkan bir hayal kırıklığının etkisiyle ıstırap çektirmeyi zül sayarlar. Aşkın ilk kimde bittiği çok önemli değildir bu nokta da. Aşk, onlara karşısındaki insanın kıymetini öğretmiştir. Onlar, kendisi için bir şey istemenin değil, karşısındaki için bir şey yapmanın, onu anlamaya çalışmanın üstadı olmuşlardır aşk sayesinde. Atlayış tamamlanmıştır, hala kaymaktadırlar ama yavaş ve zemindeki karı, karın altındaki toprağı hissederek. Ne yapılması gerektiğini birlikte arayıp bulurlar. Çoğu zaman da aramalarına gerek bile olmadan bulmuşlardır.
Sevgi Emek Ürünüdür
Aşkın sevgiye dönüşümünü küçümsememek, hala aşık kalınmayacaksa bir ilişkinin anlamı yok dememek, hatta sağlıklı bir bitişin ardından ortaya çıkacak sevgiyi hedeflemek gerekir. Uzun zamanlarını birlikte geçirmelerine rağmen hayatın derdini, mihnetini birlikte tanımaktan ve birbirlerine can yoldaşlığı etmekten, birbirlerinin iç denizlerinde yelken açıp anlamaya çalışmaktan, anlaşabilmekten dolayı öyle iyi sevebilen insanlar vardır ki, onların yaşadıkları sevgi aşktan da üstündür. Sevgi emek ürünüdür, sevdiğimizi anlamak, ilişkimizi canlı tutmak, romantizmi sürdürmek için bilinçli bir çabayı gerektirir.
Aşkın Sağlıklı Yaşananı da Var Hastalıklı Olanı da
Aşkın sağlıklı yaşananı da var hastalıklı olanı da. Sağlıklı bir aşk yaşayan insanların aşkın bitişini nasıl yaşayacaklarını anlatmaya çalıştık. Ama aşk güvercini çok adil, yalnızca onların başına konmuyor, asgari sevme becerisi olan, her kişilikten insana uğrayabiliyor. Sevgi becerileri düşük, aşk yaşantıları boyunca zaten hastalıklı tutumlar almış olanların hemen tamamı içinse aşkın bitişi, yeni bir felaketin başlangıcıdır. Hele de henüz onlar aşk yaşantısı içindeyken karşısındaki insandan bitiş sinyalleri gelmeye başlamışsa…
Sevgi Becerisi Düşük İnsan, Kendisiyle Derdi Olan İnsandır
Sevgi becerisi düşük insan, kendisiyle derdi olan insandır. Kendisini çok değersiz ya da çok değerli hissedebilir, orta yolu bilmez. Artık eskisi gibi istenmediğini, terk edileceğini hissettiğinde, bunun kokusunu aldığında huzursuzlanmaya başlar. Kendisi için çok ağır bir felaket, büyük bir yenilgi olacak bu durumu engellemek için elinden geleni yapar. Bir gün tehdit eder, diğer gün acılarını anlatır, sonraki gün yalvarır. Başka bir işle uğraşmaz, tüm enerjisini karşısındaki insanı iknaya verir, bunun için akla hayale gelmedik şeyler yapabilir. Annesinden ayrılmış bir bebeğin feryatlarına benzer hıçkırıkları ve yalvarış nidaları. Ayrılık endişesi o kadar artar ki, ayrılık anını düşündüğünde nefes alamaz, boğulacak gibi olur, acillere koşar, panikler, “panik atak” tanısı alır. Amaç, karşısındaki insanda suçluluk duygusu uyandırabilmek, bu sayede gitmesini engellemektir.
Güven ve Kıskançlık, Coşku, Umut ve Hüzün Dalgaları Aşk Denizini Doldurur
Aşık olduğumuz kişi, bizim dünyamızda çok özel bir anlama yükselir. Tüm ilgimizi ona yöneltiriz. Onunla duygusal birlik arzusu yaşamımızın biricik amacı haline gelir. Ondan gelecek haberler, dünyanın diğer tüm haberlerinden öncelik kazanır. Zorluklar arttıkça tutkumuz da artar. Duygularımız bir yangın yeri gibidir. Cinselliğin onunla çok özel olacağını düşünürüz, romantizm de cinsel arzuyu tetikler ama duygusal birlik cinsel birlikten çok üstündür. Güven ve kıskançlık, coşku, umut ve hüzün dalgaları aşk denizini doldurur. İrademiz iptal olmuştur, kendimiz, nefsimiz kontrolümüzden çıkmıştır.
Özel bir insanlık hali olan aşkın, bir insana duyulan sıradan bir sevgi, hissedilen sıcaklık ve güven, yakın olma arzusu ile bir ilişkisi yoktur. Ama kabul edilmelidir ki aşk da bir sevgi türüdür, temelinde sevginin çok yoğun biçimde yaşanması olan bir sevgi türü. Yine kabul edilmelidir ki, aşk, sevgi becerisi üzerine bina olur.
Cinsellik Öyle Önemsendi ki, Aşkla Karıştırılmaya Başlandı
Aşk, başlığı altında her türlü sevgi ve cinselliğin konuşulduğu; aşk ilişkileri dendiğinde tüm kadın-erkek ve eş ilişkilerinin anlaşıldığı çok görülüyor. Bugün modern uygarlığın dünyasında “aşk”, en çok, tutkulu cinsel istek, bağlılık ve romantizmle karıştırılıyor. Oysa aşk bunların hepsiyle ilişkili ama yalnızca herhangi birisine indirgenemeyecek kadar da her birinden farklı.
Biraz da psikoloji dünyasından gelen cinselliğin insanı özgürleştireceği, cinsel doyum olmadan insanın mutlu olmayacağı gibi telkinlerin de etkisiyle cinsellik, önce sevginin önüne geçti ve giderek modern aşk yaşantısının merkezinde yer almaya başladı. Hatta cinsellik öyle önemsendi ki, aşkla karıştırılmaya başlandı; “tensel uyum” vs. gibi başlıklar altında, ortak cinsel deneyimin aşkın gerçek tetikleyicisi olduğu öne sürüldü. Cinsel performans ve cinsel teknikler, duygusal iletişimden çok daha fazla vurgulandı. Oysa cinselliğin sevgiden, aşktan bağımsız, özerk bir alan olduğu bilinen bir gerçektir. Aynı şekilde sağlıklı her duygusal ilişkide cinsel işlevlerin de yolunda gitmesi beklenir ama sevginin de cinsellik olmadan gelişebileceği kabul edilir ki özellikle geleneksel aşkların, insanların birbirlerinin eline bile dokunmadan geliştikleri açıktır.
Aşk En Çok Kokuya Benzer
Bugün yüzyılın başındaki psikolojiden gelen telkinlerin pek de doğru olmadıklarını, insanın ruhsal yaşantısında çok önemli bir yer tutmuş olsa da cinselliğin insanı özgürleştirmediğini, tam tersine tüm diğer haz alanları gibi cinselliğin de kolaylıkla bir tüketim nesnesi haline gelebildiğini biliyoruz. Her tüketim nesnesi gibi, insanın tüketmek için zorlandığı veya kendisini zorladığı cinselliğin bırakın özgürleşmeyi yeni gerilimler, doyumsuzluklar ve hoşnutsuzluklara kaynak teşkil edeceğini de biliyoruz. Doyurucu bir cinsel yaşantı, elbette önemlidir ama tüm sorunların hele hele ilişki sorunlarının çözümünde pek de işe yarar değildir. İnsanı susuz bıraktığınızda bir süre sonra su onun için temel nesne haline gelir ama susuzluğunu giderir gidermez hayatın yakıcı gerçekliği kendisini hissettirecektir. Kaldı ki, cinselliğin su gibi temel bir ihtiyaç olup olmadığı da tartışmalıdır. Aynı yatağı paylaştığı kişiden nefret etse de cinsel doyumun mümkün olabileceği bilinmektedir. Bu yüzden cinselliğin sevgiye değil de sevginin cinselliğe temel oluşturduğu, sevgi olmadan cinsel sorunların çözülemeyeceği, sevgisiz cinselliğin kuru yavan olacağı, sevginin cinsel yaşamı güzelleştirip zenginleştireceği daha doğrudur. Sevgi ve onun en yoğun şekli olarak aşk, yalnızca cinsel yaşama değil, kendisi olmadan sürüp giden tüm yaşama katkı yapan, güzellik ve coşku katan bir katalizördür. Bu açıdan duyular arasında en çok kokuya benzer, her yere kokumuzu birlikte götürürüz, sevgi doluysak bulunduğumuz dünyayı da öyle yaşarız.
Aşk Bağlılık mı Bağımlılık mı?
Nasıl cinsellik sevginin ve aşkın yerini tutamaz, onun temeli gibi sunulamazsa, aynı şeyler, bağlılık için de geçerlidir. Bağlılık (attachment), çoğunlukla bağımlılıkla (dependent) karıştırılır ama bağımlılıktan köken aldığını psikoloji bilgimiz doğrulamaktadır. Anne-bebek ilişkisi, anne karnında ve yaşamın ilk yıllarında tam bir bağımlılık ilişkisidir. Sağlıklı bir ebeveyn-çocuk ilişkisinin temeli, çocuğun büyüyüp geliştikçe özgürleşmesi ve en nihayet bağımlılığın bağlılığa dönüşmesidir. Bağlılık, aşkın değil tüm insan ilişkilerinin genel ilkesidir. Özellikle kendimizi yakın hissettiğimiz, arkadaşlığımızı, dostluğumuzu sürdürmek istediğimiz insanlardan belli ölçülerde bağlılık da bekleriz. Ama her insan, bağımlılıktan bağlılığa gelişme sürecini tam olarak sağlıklı bir biçimde ilerletemiyor. Bazılarında bağımlılıktan kaynaklanan öz-güvensizlik ve karşısındakine dayanma, yapışma ihtiyacı hep sürüyor. Bu tip insanlar, ilk buldukları sevgi nesnesine öyle bir bağlanıyorlar ki, onlar da, onları görenler de bu kimseleri sırılsıklam aşık sanıyorlar. Bunları gören bazı psikoloji teorisyenleri de aşkın psikolojisinin kişinin kendi kendisine yetememekten kaynaklandığını ciddi ciddi yazabiliyorlar. Oysa elbette bağlılık hissi olmadan aşk olmaz ama bağlılığın ve sıkıca bağlanmanın aşkla doğrudan bir ilişkisi yok. Terk edilme korkusu, güven ihtiyacı, yeterince sevilmeme kaygısı her birimizde olabilecek insani hislerdir ama aşk tanımımıza bu tür insani hislerimizi biraz uzak tutmamız, nesnel olabilmek için ihtiyaçlarımızı paranteze alabilmemiz gerekir.
Aşk, cinsellik, bağımlılık ihtiyaçlarının üzerine biraz romantizm sosu dökülmesiyle oluşturulmuş bir insanlık hali değil. “Aşk” dediğimizde gerçekten ortada oldukça karışık bir insanlık hali söz konusu.
Aşkın Fizyolojisinde Oksitosin Hormonu Büyük Bir Rol Oynar
Cinselliği de anneliği de hormonal sistemler düzenliyor. Her ne kadar anne-çocuk arasındaki ilişkinin yapısı cinsel öğeler içermese de, romantik ilişkideki bağla, anne-çocuk ilişkisindeki bağ benzer nitelikte olabilir ve aşkın fizyolojisinde oksitosin hormonu büyük bir rol oynar… Oksitosin hormonunun işlevi, anne-çocuk ilişkisinin ikili ilişkilerde tekrarlandığını keşfeden Freud’un haklılığını kanıtlayabilir. Oksitosin erkeklerde de salgılanıyor ve onları da ebeveynliğe hazırlıyor. Oksitosin”, ebeveynliğin yanı sıra erkekle kadını sakin ve birbirlerinin hislerine karşı duyarlı duruma getirmekten de sorumlu…”