KARARLARIMIZI KENDİMİZ Mİ VERİRİZ?

Kararlarını kendi veren insanlar, her daim daha karakteri oturmuş gelir bana.  Ancak hep aklıma takılan sorulardan biri “Kendi irademizle mi karar veririz?”. Medya hayatımızı yönetirken, seçeceğimiz kıyafetten, okuyacağımız kitaba kadar her şeyi medyanın yönlendirmesine bırakmışken, kendi kararlarımızı alabilmemizi merak ediyorum.
Trend dışı olanların eziklendiği sosyal medyada, herkesle aynı zamanda aynı şekilde yaşamak sessizce baskılanıyor. Şu dönemde de tatil trendi var, çalışanlar için herkes üzülüyor. Peki, hep tatilde olup hiç çalışmayanlar ne olacak? Hani onlar sosyal medyadan örnek gösteriliyor ve fenomen oluyorlar. Kadınların yeni gözde fenomenleri zaten, hiç çalışmayan kadınlar. Biz karar vermeyi, almayı konuşuyorduk. Farklarına da bakalım mı?
Karar vermek, tekil bir eylemdir, aniden olur ve tercihtir. Karar almak ise, genellikle bir grubun ortak iradesi sonucu yapılan, eylem için kullanılır.  Yeni bir prensip kazandırmaktır, taşların yerine oturması gerekir. Karar; sunulan seçenekler üzerinden verilir ve seçeneklerden bağımsız olarak alınır. *  Yanlışım varsa düzeltin lütfen.

Şimdi çoğunluğu seçtiği bu kararlar doğru olan mı oluyor? Ya da çoğunluğun dediğinin zıddı yanlış mı oluyor? Bir ara alışveriş yapmak modayken, şimdi sadeliğin suyunu çıkartan koçlarımız oldu. Beynimiz kararlarımızın neresinde yer alıyor?
Beynimizin karar verme ya da alma konusunda nasıl davrandığını, ilginç bir vakadan söz ederek ele alacağım. David Eagleman’ın, Incognito kitabında anlatılan vakanın yaşadıkları şu şekilde: 

Charles Whitman, 1966 Ağustos’unun sıcak ve nemli ilk gününde, kendisini Austin’deki Teksas Üniversitesi kulesinin en üst katına götürecek olan asansöre bindi. 25 yaşındaki genç, daha sonra bir bavul dolusu silah ve cephaneyi de peşinden sürükleyerek üç kat merdiven çıktı ve gözlem alanına ulaştı.
Burada önce silahın dipçiğiyle danışma görevlisini öldürdü, ardından merdiven aralığından çıkmakta olan iki turist ailesine ateş açtı, en sonunda da aşağıdaki insanlara gelişigüzel ateş etmeye başladı. Vurduğu ilk kadın hamileydi. ona yardım etmek için koşanlar da Whitman’ın silahından nasibini aldı. Ve sonra da sokaktaki yayalar ve onları kurtarmaya gelen ambulans şoförleri.
“Kendimi şu günlerde tam olarak anlayamıyorum. aklı başında ve zeki bir genç olarak tanınmaktayım. Ama son zamanlarda (ne zaman başladığım hatırlayamıyorum) birçok sıra dışı ve mantıksız düşüncenin kurbanı olmuş durumdayım.”
Saldırının haberi yayılırken Austin’deki bütün polis memurları da yerleşkeye yönlendirildi. birkaç saat sonra üç memur ve hızla görevlendirilen bir vatandaş merdivenleri çıkmayı ve Whitman’ı gözlem alanında öldürmeyi başardı. Whitman hariç on üç kişi öldürülmüş, otuz üç kişi de yaralanmıştı.
Ertesi gün bütün manşetlerde Whitman’ın saldırısı vardı. polis, ipucu bulmak için evine gittiğinde ise, tablonun göründüğünden de ağır olduğu ortaya çıktı: Whitman, saldırı gününün çok daha erken saatlerinde önce annesini, ardından da uykusunda bıçaklamak suretiyle karısını öldürmüştü. Bu ilk cinayetlerden sonra intihar notuna geri dönmüş ve bu sefer el yazısıyla devam etmişti.
“Karım Kathy’yi bu gece öldürmeye, ancak üzerinde çok uzun süre düşündükten sonra karar verdim. onu çok seviyorum, ayrıca her erkeğin düşlediği türden, çok iyi bir eş de oldu bana. Bunu yapmama neden olacak mantıklı hiçbir neden gelmiyor aklıma.”

Cinayetlerin yarattığı şokun yanında, daha gizli, yeni bir sürpriz de vardı: sapkınca davranışlarıyla sıradan kişisel hayatının üst üste binmişliği. Eski bir izci olan Whitman, deniz piyadesi olarak çalışmış, ardından da banka memurluğu yapmıştı. Austin izcileri 5. grup izci başılığı için gönüllü de olan Whitman’ın çocukluğunda Stanford Binet zekâ testinden aldığı 138 puan ise, onu ilk yüzde 0,1’lik dilime yerleştirmişti. bu nedenle Teksas Üniversitesi kulesinde ayrım gözetmeksizin gerçekleştirdiği kanlı saldırının ardından, herkes bir açıklama bekler olmuştu.
Aslına bakılırsa, Whitman’ın da beklediği buydu. İntihar notunda, beyninde bir şeylerin değişikliğe uğrayıp uğramadığını belirlemek üzere kendisine otopsi yapılması isteğinde bulunmuştu; çünkü kendisi de bundan kuşkulanmaktaydı. Saldırıdan birkaç ay önce günlüğüne şöyle yazmıştı:
“Bir keresinde bir doktorla iki saat kadar konuşup, ona çok güçlü biçimde hissettiğim şiddet duygusunun altında ezildiğimi anlatmaya çalıştım. o seanstan sonra doktoru bir daha görmedim. O zamandan beri bu zihinsel çalkantıyla tek başıma mücadele etmekteyim ve görünen o ki, hiçbir yararı yok.”

Whitman’ın cesedi morga götürüldü, kafatası kemik testeresiyle açıldı ve beyin çıkarıldı. Otopsi incelemesini yapan doktor, beyinde bozuk para büyüklüğünde bir tümör buldu. Gliyoblastom adı verilen bu tümör, talamus denilen yapının alt kısmından çıkıp hipotalamusa uzanıyor ve amigdala olarak bilinen üçüncü bir yapıyı sıkıştırıyordu. Amigdala, özellikle de korku ve saldırganlık merkezinde olmak üzere, duygu mekanizmasının düzenlenmesinden sorumludur. 1800’lerin sonlarına gelindiğinde, araştırmacılar amigdalanın hasar görmesiyle duygusal ve toplumsal rahatsızlıklar yaşandığını keşfetmişlerdi.
Sonuçta Whitman’ın kendisiyle ilgili sezgileri, beynindeki bir şeylerin davranışlarını değiştirdiği gerçekten de son derece isabetliydi.

“Çok sevdiğim bu iki insanı da vahşice öldürmüş gibi göründüğümü tahmin ediyorum. Ama ben işi hızlı ve tam biçimde yapmaya çalıştım yalnızca. Eğer yaşam sigortası poliçem hâlâ geçerliyse lütfen borçlarımı ödeyin. Geri kalanını da ismimi vermeden bir akıl sağlığı kuruluşuna bağışlayın. Bu tür trajediler, belki de araştırmalar sonucunda önlenebilir.”

Whitman olayı,  biyolojimizin kararlarımızda nasıl etkili olduğunu gösteriyor. Peki biyolojik sorunu olup, vahşet yapanlar masum mu kabul edilecek? Ya da toplumun aksine davranmak yanlış mı? Doğrular kime göre ve neye göre olmalı?

Sizce kararlarımızı  kendimiz mi alıyoruz ya da veriyoruz?