DUANIN PSİKOLOJİK ETKİSİ NEDİR?

“Dua siğilleri iyileştirir mi?” sorusuna yanıt aradığı araştırmasını yapan Uzm. Psikolog Evren Hoşrik bu çalışmayı,  Journal of Religion and Helath’de makale (Therapeutic Effects of Islamic Intercessory Prayer on Warts) olarak yayınladı.  Daha sonra araştırmasını büyüterek “Dua – Kutsal mı, Bilimsel mi?” isimli kitabında ise duanın insan davranışlarına etkisini ve ruh sağlığı üzerindeki rolünü detaylı şekilde ele aldı.  

“Dua siğilleri iyileştirir mi?” sorusuna yanıt aradığı araştırması tamamladıktan sonra  “Dua – Kutsal mı, Bilimsel mi?” isimli kitabını yazan Uzm. Psikolog Evren Hoşrik , “Dua, hastalığın tedavi sürecine, birey duanın tedavi edici gücüne inanıyorsa ve okuyan kişiye güveniyorsa  katkı sağlar. Ancak tıbbi ya da psikolojik tedaviyi bir kenara bırakıp yalnızca duayla iyileşmeyi beklemek hem sağlık için ciddi bir tehdittir hem de kötü niyetli kişilerin zararına maruz bırakır ve çok paralar harcanmasına neden olabilir.” dedi. 

Uzm. Psikolog Evren Hoşrik, “Dua – Kutsal mı, Bilimsel mi?” kitabı ile ilgili soruları yanıtladı.

Neden dua edilir?
Dua, inandığımız varlığı etkilemeye çabalamaktır; onu yaşantımıza davet etmek, çağırmaktır.  Dua ederiz çünkü içimizde, “benim farkıma var”, “sana ihtiyacım var”, beni yalnız bırakma“, “seni seviyorum, senden korkuyorum ve bu duygularımı sana anlatmak istiyorum”, “sana inanıyorum ve bunu sana göstermek istiyorum” gibi çeşitli temel ihtiyaçlarımız fokurduyordur. Bazen de sahip olduğumuz güzellikleri kaybetmemek ya da şükretmek için… Özellikle sıkıntılı zamanlarımızda dua ediyoruz çünkü ihtiyaçlarımız artıyor ve kendi kendimize yetemediğimizi hissediyoruz o an. Schopenhauer der ki “Din, karanlıkta parlayan bir ateşböceği gibidir”. Bu çoğumuz için geçerli ve çok yerinde bir ifade. Ben, dua için de geçerli olan bu sözden asla bir olumsuzluk çıkarmıyorum. Çünkü en çok ne zaman dua ediyoruz? Hastalandığımız ya da sorunlarımız arttığı zaman, değil mi? Araştırmalar gösteriyor ki, insanlar yaşlandıklarını hissettiklerinde ve hastalandıklarında dine dönüş yaşıyorlar. 

Dua etmenin psikolojideki yeri nedir?
Tam da kitabın temel konusu bu aslında. Dua, hastalığın tedavi sürecine, birey duanın tedavi edici gücüne inanıyorsa katkı sağlar. Ancak tıbbi ya da psikolojik tedaviyi bir kenara bırakıp yalnızca duayla iyileşmeyi beklemek hem sağlık için ciddi bir tehdittir hem de kötü niyetli kişilerin zararına maruz bırakır ve çok paralar harcanmasına neden olabilir. Bu anlamda, dua için, duanın gücüne inanan bireylerde fizyolojik hastalıklar ya da psikiyatrik bozukluklarda tedaviyi tamamlayıcı bir yeri olabilir (alternatif değil) diyebiliriz. Öyle ki yapılan bazı araştırmalar gösteriyor ki, depresyon ve kaygı bozukluğu için psikoterapi alan dindar kişilere bunun yanında dua edildiğinde ya da benzeri manevi yaklaşımlarla desteklendiğinde süreç daha olumlu ilerliyor.

Bilimsel veriler ışığında elde ettiğiniz sonuçlar nelerdir?
Temelde, duanın bir plasebo gibi rol oynayarak hastalıkların tedavisine nasıl katkı sağladığını, diyebilirim. Bu kitapta, kendi yaptığım çalışmadan, yurt dışında ve ülkemizde yapılan nitelikli araştırmaların hemen hepsinden yararlandım. Okuyan Us yayınevi ailesinin katkılarıyla okuyucuyla buluşturduğumuz bu kitap, içeriği itibariyle Türkiye’de bir ilk oldu. Bildiğiniz gibi plasebo, sıradan koşullarda hiçbir etkisi olmayan, ancak birey yararını göreceğine inandığında olumlu etki gösteren maddelere denir. Yapılan onlarca araştırmayı incelediğimde gördüm ki, dua da plasebo gibi bir rol oynamakta. Hem de kişilerin dini inançlarından bağımsız bir etki bu. Yani duanın ya da aslında benzeri diğer şeylerin  etkisine inandığımızda yarar görüyoruz. Öyle ki kendi yaptığım araştırmada, bir yaratıcıya inandığını ancak bir dini inancı olmadığını belirten bir katılımcı vardı. Bu kişi, yıllar önce çocuğunun vücudunu kaplayan siğillerin duayla iyileştiğini gördükten sonra -hala bir dini inancı olmamakla birlikte- duanın siğilini iyileştirebileceğine inanarak çalışmamıza katıldı. Kendisine dua okunduktan birkaç gün sonra elindeki siğilin kaybolduğuna şahit olduk. Buna benzer pek çok hikaye ve açıklamalar kitapta yer aldı.  

“Pygmalion etkisi” nedir?
Pygmalion Etkisi, insanların, olmasını arzu ettikleri ya da gerçek olarak algıladıkları bir şeyin, aslında öyle olmasa da, bu arzu ya da algıya bağlı olarak gerçekleşmesidir. Bu konu edebiyatta da sinemada da hayat bulmuş. Öyle ki, 1938 yılında çekilen ve Oscar ödüllü “Pygmalion” adlı filmde çiçekçi bir kıza, bir hanımefendiymiş gibi davranıldığında bir süre sonra tamamen o kişiliğe bürünmesi işlenmiş. Türkiye sinemasında da benzer konulu filmler hatırlıyorum. Yani “bizi biz yapan, bizden çok başkalarının bize nasıl davrandığıdır” diyor bu film. Çünkü biz insanlar, gerçek olmasa da bir şeye inandırıldığımız zaman öyleymiş gibi davranmaya başlar; bir süre sonra da önceden varsayılan bir beklentiyi gerçekleştiririz. 

Psikolojide ise “kendini gerçekleştiren kehanet” kavramıyla yerini almış, Pygmalion etkisi. Hepimize tanıdık gelen deyişlerimiz vardır: “sakınan göze çöp batar”, “birisine kırk gün deli dersen deli olur”, “korktuğum başıma geldi”. İşte Pygmalion etkisi bütün bunların nedeni hakkında bilgi verir bize. Dolayısıyla kaderimiz, yani yaşayacaklarımız, kim olduğumuz; eğer dikkat etmezsek, başkalarının bilinçli ya da bilinçsiz yönlendirmelerine de bağlıdır. Mesela falcıların… 

Falcılar kişilerin yaşamlarını nasıl yönlendiriyor?
İşte Pygmalion Etkisi’nin, yani “kendini gerçekleştiren kehanetin” yaşanmasının aracılarından biri falcılardır. Örneğin bir falcı size der ki: hayatının aşkıyla ılık bir bahar günü, bir parkta karşılaşacaksın. Belki şimdi bir AVM diyorlardır. Eğer biraz da olsa bu kehanete inanırsanız bundan sonra siz, artık eski siz değilsinizdir. Bazen bilinçli yani isteyerek, çoğu zamansa bilinçdışınızın (farkında olmayarak) etkisiyle bir süre sonra AVM’de hayatınızın aşkını arar hale gelirsiniz. Alışveriş yapmasanız da oradaki bir kafeye ya da sinemaya gider, daha fazla sosyalleşirsiniz. Bir süre sonra da biriyle tanışır ve beklendiği gibi onu hayatınızın aşkı zannedersiniz, tıpkı falcının söylediği gibi. Sonra “falcı bildi!” dersiniz. Bir çiçekçi kızı, o dönemin tabiriyle, bir hanımefendiye dönüştüren şey neyse, sizi de hayatınızın aşkını bulacağınıza inandıran şey aynıdır: Bir başkasının yönlendirmesi, bunun olacağına sizi inandırması… diyebilirsiniz ki “ne güzel! kendini daha değerli hisseden bir kadına dönüşmek ya da gerçekten birine âşık olmak”. Evet, belki bunlar güzel olabilir, peki, ya falcı “yakında işini kaybedeceksin” ya da “eşinden ayrılacaksın” deseydi… 

Nazar, beddua ve büyü inancı insan davranışlarını nasıl etkiliyor?
Eğer bir falcı size “yakında eşinden ayrılacaksın” demiş olsaydı, bu söylediği olumsuz kehanet -siz buna inanırsanız- aslında sizin tarafınızdan bir şekilde gerçekleştirilebilirdi. Mesela, belki ilişkinize daha fazla odaklanır ve görmediğiniz sorunları daha fazla fark etmenize neden olabilirdi bu kehanet. Hani az önce örneğini verdim “sakınan göze çöp batar.” diye. Durduk yere sağlıklı ve düzgün işleyen bir ilişkiyi kurcalamak, onu bozabilir de. 
Beddua, büyü ya da nazar da, tıpkı olumsuz bir kehanet ortaya atılmasının, buna inanan bireyin hayatında sorun oluşturmasına benzer biçimde, sıkıntılara neden olabilir. Psikolojide “nosebo” kavramı tam da buna işaret eder. Nosebo, plasebonun tersidir diyebiliriz. Yani, sıradan koşullarda hiçbir etkisi olmayan, ancak birey zarar göreceğine inandığında olumsuz etki gösteren maddelere denir. Bu tanımın klinik karşılığı şudur: Bir kişiye, “bu ilaç senin baş ağrılarını arttıracak” dersiniz; bir süre sonra o kişinin baş ağrıları artar. Oysa verilen madde ilaç değil, şekerdir. Evet, bildiğimiz renkli şekerlerden. Hatta bu şeker kırmızıysa daha etkili bile olabilir. Ağrıysa, birey ağrılarının artacağına inandığı için psikolojik olarak artmıştır. Bunu, ilaç prospektüslerini olması gerekenden fazla önem veren, kaygılı kişilerde de görüyoruz. Bu kişilerde, ilaçların prospektüslerinde okudukları yan etkiler daha fazla görülebilir. Bu durumda, “bu yan etki, bende kesin çıkar” inancından ya da beklentisinden uzaklaşmaya çalışmak yararlı olur.   

Peki, nosebo etkisi sadece elle tutulur bir maddeden mi ortaya çıkar? Tabii ki hayır. Eğer bir kişinin size büyü yaptığını ya da nazar değdirdiğini düşünüyor ve bundan olumsuz etkileneceğinize inanıyorsanız, nosebo etkisine maruz kalabilirsiniz. Yani, normalde hayatınızda bir olumsuzluk yaşamayacağınız halde, “bana büyü yapmışlar ilişkimin bozulması için!” diyerek ilişkinin kötüye gideceğine odaklanırsanız, ilişkiniz bozulabilir. 


Bu kitap kimler için faydalı olur?
Aslında bir ayrım yapmam zor. Ama kitabımı, herhangi bir dini inancı olsa da olmasa da din ve inanç konularını merak edenlere, özellikle duanın hastalıklar üzerindeki rolünü, nazar, büyü, fallar ve rüyalar hakkında psikolojinin ne söylediğini bilmek isteyenlere önerebilirim.  

Kitabınızı yazmanızdaki etken nedir?
Bu kitabı yazmaya “dua siğilleri iyileştirir mi?” sorusuna yanıt aradığım araştırmamı tamamladıktan sonra karar verdim. Türkiye’de el değmemiş bir konuydu bu ve bende merak uyandırıyordu. Bilim insanları duanın rolünün bir plasebo olduğunu söylüyordu ancak bunu ortaya koyacak bulguyu kendim görmek istiyordum. Ayrıca eğer dua bir plaseboysa “O halde Tanrı’nın burada rolü ne?” sorusun yanıtı önemliydi benim için. Yurt dışında duanın rolünü ortaya koyabilen çok yeni araştırmalar yapılmıştı ve biz de Müslüman bir kültürden katkıda bulunduk literatüre. Kitap da peşinden geldi zaten, kendiliğinden. 

Bu kitabı yazmamın bir diğer nedeni, özellikle son yıllarda kişisel gelişim alanında ya da din hakkında yazılan bazı kitaplarda insanlara hayal satılıyor olmasıydı. Sanki insanlara hayallerle, gerçekliğinin oldukça şüpheli olduğu bilgilerle sahte ve geçici mutluluklar verilmek isteniyordu. Bu beni, insan değerlerine saygı duymaya çabalayan, insanların aldatılmaması için uğraşan biri olarak gerçekten üzüyor ve düşündürüyordu. 

İnsanlar özellikle çaresiz bir hastalığa tutulduğunda iyileşmek için varını yoğunu ortaya koyuyor. Bunu bilen fırsatçıların ya da niyeti iyi olsa da bilgisizliğinden, gerçekten şifa dağıtabildiğine inanan bazı kişilere başvuran temiz yürekli insanların hayal kırıklığına uğramamaları için bir şeyler yapmak benim için çok önemli. Sadece hayal kırıklığı değil, ciddi maddi ve manevi kayıplar yaşamamaları, şifa bulayım derken hastalığın daha da şiddetlenmesine, hatta belki de en önemlisi hatalı bir uygulamaya bağlı ortaya çıkabilecek bir ölüme neden olunmaması noktasında bir katkı sağlamak için bu kitabı yazmak istedim. Tek bir insan için bile olsa bunun yararlı olabileceğini hissetmek benim için çok anlamlı. Hayal satmak istemedim yani, hadsizliğe kapılarak “hakikat budur” da demedim, demiyorum. Sadece, insanların daha akılcı ve gerçekçi davranmalarına bir katkım olsun istiyorum.     

Okurlarınıza iletmek istediğiniz bir mesaj var mı?
Bir insanı diğer hayvanlardan ayıran özelliğin zeka olduğu düşünülür;  aslında öyle olmasa da. Bence bir insanı diğer bildiğimiz canlılardan ayıran en önemli özellik, içgüdülerimiz dışında yeni öğrendiklerimizi bizden sonra gelen nesillere aktarabilmemizdir. Bunun için de okumak, düşünmek ve anlamak gerekir. Bence, bize bahşedilen bu özelliği yaşadıkça, yani yeni nesillere aktaracak yeni bir şeylerimiz olduğu zaman insan olduğumuzu hissedebiliriz.

Mutlaka herkesin okuması gereken kitap, dinlemesini önereceğiniz müzik ve izlenecek film sizce hangisi? 
Herkesin okuması gereken kitap, “kişinin kendisidir” desem. Önereceğim müzik de “başkalarının söylediklerini gerçekten yüreğinizle dinleyin” olsa.  
“The Matrix”. Bu filmi izlesinler, ama her sahneye dikkat ederek gerçekten izlesinler, hani “bir kişiyi gerçekten dinleyin” dedim ya, onun gibi.  Bu filmi önermek istiyorum, çünkü bu kitabımda filmin senaryosunu yazan ve yöneten Wachowski kardeşlerden aldığım ilham büyüktü.

Sağlık haberciliği üzerine düşüncelerinizi öğrenebilir miyim? Sağlık haberlerinde nelere dikkat ediyorsunuz?
Bir sağlık haberinin ilk olarak kaynağına gözüm kayar. Kaynağı yoksa itibar etmem. Kaynağı varsa, kaynağın ne olduğuna bakarım. Eğer hakemli dergilerde yayınlanmış bir makaleyse itibar ederim. Diğer türlü benim için inandırıcılığını yitirir. Eğer bunu her birimiz yapmazsak, bir sahte baldan ya da işin uzmanınca ortaya atılmamış bir diyet programı yüzünden sağlığımızı bozabiliriz. Bilginin kaynağı ve güvenilirliği konusunda okuyucuyu aydınlatmaksa habercinin ilk görevi belki de.

Sağlık haberleri diğer haber konularına göre çok çok daha hassas bir konu. Çünkü hatalı, kaynağı güvenilir olmayan bir haber, insanların sağlığına zarar verebilir ve bir can kaybına bile neden olabilir. İyi hatırlıyorum, Türkiye’de kısa bir süre önce moda olan altın çilek hapları günlerce haberlerin konusu oldu ama sonunda ölüm getirdi ve gündemden düştü. 

Ama gündemde tutan kimdi, insanları uyarması gereken? Belki hekimlerin Hipokrat yemini gibi bir yemin etmelisiniz. En azından kendi kendinize. Çünkü biz psikologların da sizin gibi bir yemini yok, aldığımız eğitim, etiğin ve bir insanın zarar görmemesinin önceliğimiz olması gerektiğini zihinlerimize kazısa da pek çoğumuz mezun olduğumuzda bunun için içimizden yemin ederiz. Bunu bana kimse söylemese de kendi adıma, yemin ettiğimi söyleyebilirim. Mezuniyetimden yıllar sonra bu yeminimde beni en çok zorlayan kim oldu biliyor musunuz? Medya. Benden bir konuda açıklama ya da haber konusu istediklerinde içinde çoğu zaman sansasyonel ya da oldukça ilgi çeken bir şeyler olmasını beklediler. Şaka gibi de olsa, bunu açıkça söyleyen bile oldu. Zaman zaman gel-git yaşadığımı itiraf ediyorum. Ama beklentilerini gerçekleştirmedim. Sonra ne mi oldu? Ben yalnızca, verilere ya da teorilere dayalı gerçeklere odaklanınca kendi istedikleri o haberleri yapmadılar. Ben de şuna karar verdim: Aynı gerçeği biraz daha anlaşılır ve farklı ifade etmeye. Bunu yapmak da pek kolay değil doğrusu. İstemesem de hataya düşüyorum.

Bence habercilik anlayışı ve medya etiği genel olarak ülkemizde yerlerde sürünüyor ne yazık ki. Ancak sizin ve sizin gibilerin hakkını vermeliyim. Birkaç yıldır sizin sağlıkla ilgili haberlerinizi takip ediyorum ve burada dile getirdiğim hususlara dikkat ediyor olmanızı saygıyla karşılıyorum. Etiği ve kaynakların güvenilirliğini birinci planda tutan, örnek alınması gereken bir sağlık habercisisiniz. Hatırlıyorum da sizinle ilk kitabım için de röportaj yapmıştık ve en ufak bir müdahalede bile bulunmamıştınız.  

Sağlıklı iletişimin olmazsa olmazı size göre nedir?
Tek sözcükle yanıtlamam gerekiyorsa “dinlemek”tir diyebilirim. Hani “söz gümüşse sükut altındır” ya. İletişimde de aktif bir dinleme hissetmezseniz anlaşıldığınızı hissetmezsiniz. Bu yüzden bazen sadece beş dakika konuşacakken saatlerce konuşur dururuz. Karşı taraf gerçekten kendini vererek dinlemediği, dolayısıyla biz de bir doyum alamadığımız için. Hastalarla çalışan meslektaşlarım iyi bilirler, bazen sadece hasta öyküsü alırsınız, onun dışında bir katkınız olmamıştır karşı tarafa o an. Ama onlar farklı bir mutluluk ve umut duyarlar. Çünkü belki ilk defa, karşılarında onları gerçekten tüm dikkatiyle dinleyen birisiyle karşılaşmışlardır.

Kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
Tam 80’de Ankara’da doğdum ve hatta büyüdüm. Doğum yılımın adıma bir etkisi varmış gibi görünse de, yok. Keyifli bir çocukluk geçirdim, ta ki ortaokula kadar. Sonrası… uzun bir süresi karışık! Karmaşanın ne olduğunu söylemeyeceğim. 

Üniversite tercihi günü geldiğinde ne istediğimden hiç emin değildim. Baktım olmayacak “ne istemediğimi bir anlayayım bari” dedim. İstemediklerimi eleyince geriye de psikoloji okumak kaldı. Bir hayli bilinçli tercih! 

Okul sıraları her zaman olduğu gibi sıkıcıydı benim için. Psikoloji okumak bile başta sıkıcı gelmişti, oysa belki en keyifli bölümlerden birisiydi. Kalabalıklar da üstüme yürüyor gibiydi ve o sırada hayatıma gitar giriverdi. Tınısı büyüleyici, taşıması da kolaydı. Tamam! Aslında karşı cinse daha kolay yaklaşabiliyordum. Bir süre sonra aniden flamenkoyla tanıştım. Yeni, cansız, kaprisli ve gerçekten mayası odun olan bir sevgili… Yüzüme gülümsedi; tutkulu ve karşı konulamazdı. Ben de ona âşık oldum, tutuldum. Sonra bir gün taş, pardon, odun kalpli sevgilimden nihayet ayrılmaya karar verdim. Çünkü olmuyordu, ilişkiyi yürütemiyordum. Şimdiyse arada bir görüşüyoruz; psikolojinin ışığında biraz yazı, biraz da müzik… evrenhosrik.com 

DUANIN PSİKOLOJİK ETKİSİ NEDİR?

“Dua siğilleri iyileştirir mi?” sorusuna yanıt aradığı araştırmasını yapan Uzm. Psikolog Evren Hoşrik bu çalışmayı,  Journal of Religion and Helath’de makale (Therapeutic Effects of Islamic Intercessory Prayer on Warts) olarak yayınladı.  Daha sonra araştırmasını büyüterek “Dua – Kutsal mı, Bilimsel mi?” isimli kitabında ise duanın insan davranışlarına etkisini ve ruh sağlığı üzerindeki rolünü detaylı şekilde ele aldı.  

“Dua siğilleri iyileştirir mi?” sorusuna yanıt aradığı araştırması tamamladıktan sonra  “Dua – Kutsal mı, Bilimsel mi?” isimli kitabını yazan Uzm. Psikolog Evren Hoşrik , “Dua, hastalığın tedavi sürecine, birey duanın tedavi edici gücüne inanıyorsa ve okuyan kişiye güveniyorsa  katkı sağlar. Ancak tıbbi ya da psikolojik tedaviyi bir kenara bırakıp yalnızca duayla iyileşmeyi beklemek hem sağlık için ciddi bir tehdittir hem de kötü niyetli kişilerin zararına maruz bırakır ve çok paralar harcanmasına neden olabilir.” dedi. 

Uzm. Psikolog Evren Hoşrik, “Dua – Kutsal mı, Bilimsel mi?” kitabı ile ilgili soruları yanıtladı.

Neden dua edilir?
Dua, inandığımız varlığı etkilemeye çabalamaktır; onu yaşantımıza davet etmek, çağırmaktır.  Dua ederiz çünkü içimizde, “benim farkıma var”, “sana ihtiyacım var”, beni yalnız bırakma“, “seni seviyorum, senden korkuyorum ve bu duygularımı sana anlatmak istiyorum”, “sana inanıyorum ve bunu sana göstermek istiyorum” gibi çeşitli temel ihtiyaçlarımız fokurduyordur. Bazen de sahip olduğumuz güzellikleri kaybetmemek ya da şükretmek için… Özellikle sıkıntılı zamanlarımızda dua ediyoruz çünkü ihtiyaçlarımız artıyor ve kendi kendimize yetemediğimizi hissediyoruz o an. Schopenhauer der ki “Din, karanlıkta parlayan bir ateşböceği gibidir”. Bu çoğumuz için geçerli ve çok yerinde bir ifade. Ben, dua için de geçerli olan bu sözden asla bir olumsuzluk çıkarmıyorum. Çünkü en çok ne zaman dua ediyoruz? Hastalandığımız ya da sorunlarımız arttığı zaman, değil mi? Araştırmalar gösteriyor ki, insanlar yaşlandıklarını hissettiklerinde ve hastalandıklarında dine dönüş yaşıyorlar. 

Dua etmenin psikolojideki yeri nedir?
Tam da kitabın temel konusu bu aslında. Dua, hastalığın tedavi sürecine, birey duanın tedavi edici gücüne inanıyorsa katkı sağlar. Ancak tıbbi ya da psikolojik tedaviyi bir kenara bırakıp yalnızca duayla iyileşmeyi beklemek hem sağlık için ciddi bir tehdittir hem de kötü niyetli kişilerin zararına maruz bırakır ve çok paralar harcanmasına neden olabilir. Bu anlamda, dua için, duanın gücüne inanan bireylerde fizyolojik hastalıklar ya da psikiyatrik bozukluklarda tedaviyi tamamlayıcı bir yeri olabilir (alternatif değil) diyebiliriz. Öyle ki yapılan bazı araştırmalar gösteriyor ki, depresyon ve kaygı bozukluğu için psikoterapi alan dindar kişilere bunun yanında dua edildiğinde ya da benzeri manevi yaklaşımlarla desteklendiğinde süreç daha olumlu ilerliyor.

Bilimsel veriler ışığında elde ettiğiniz sonuçlar nelerdir?
Temelde, duanın bir plasebo gibi rol oynayarak hastalıkların tedavisine nasıl katkı sağladığını, diyebilirim. Bu kitapta, kendi yaptığım çalışmadan, yurt dışında ve ülkemizde yapılan nitelikli araştırmaların hemen hepsinden yararlandım. Okuyan Us yayınevi ailesinin katkılarıyla okuyucuyla buluşturduğumuz bu kitap, içeriği itibariyle Türkiye’de bir ilk oldu. Bildiğiniz gibi plasebo, sıradan koşullarda hiçbir etkisi olmayan, ancak birey yararını göreceğine inandığında olumlu etki gösteren maddelere denir. Yapılan onlarca araştırmayı incelediğimde gördüm ki, dua da plasebo gibi bir rol oynamakta. Hem de kişilerin dini inançlarından bağımsız bir etki bu. Yani duanın ya da aslında benzeri diğer şeylerin  etkisine inandığımızda yarar görüyoruz. Öyle ki kendi yaptığım araştırmada, bir yaratıcıya inandığını ancak bir dini inancı olmadığını belirten bir katılımcı vardı. Bu kişi, yıllar önce çocuğunun vücudunu kaplayan siğillerin duayla iyileştiğini gördükten sonra -hala bir dini inancı olmamakla birlikte- duanın siğilini iyileştirebileceğine inanarak çalışmamıza katıldı. Kendisine dua okunduktan birkaç gün sonra elindeki siğilin kaybolduğuna şahit olduk. Buna benzer pek çok hikaye ve açıklamalar kitapta yer aldı.  

“Pygmalion etkisi” nedir?
Pygmalion Etkisi, insanların, olmasını arzu ettikleri ya da gerçek olarak algıladıkları bir şeyin, aslında öyle olmasa da, bu arzu ya da algıya bağlı olarak gerçekleşmesidir. Bu konu edebiyatta da sinemada da hayat bulmuş. Öyle ki, 1938 yılında çekilen ve Oscar ödüllü “Pygmalion” adlı filmde çiçekçi bir kıza, bir hanımefendiymiş gibi davranıldığında bir süre sonra tamamen o kişiliğe bürünmesi işlenmiş. Türkiye sinemasında da benzer konulu filmler hatırlıyorum. Yani “bizi biz yapan, bizden çok başkalarının bize nasıl davrandığıdır” diyor bu film. Çünkü biz insanlar, gerçek olmasa da bir şeye inandırıldığımız zaman öyleymiş gibi davranmaya başlar; bir süre sonra da önceden varsayılan bir beklentiyi gerçekleştiririz. 

Psikolojide ise “kendini gerçekleştiren kehanet” kavramıyla yerini almış, Pygmalion etkisi. Hepimize tanıdık gelen deyişlerimiz vardır: “sakınan göze çöp batar”, “birisine kırk gün deli dersen deli olur”, “korktuğum başıma geldi”. İşte Pygmalion etkisi bütün bunların nedeni hakkında bilgi verir bize. Dolayısıyla kaderimiz, yani yaşayacaklarımız, kim olduğumuz; eğer dikkat etmezsek, başkalarının bilinçli ya da bilinçsiz yönlendirmelerine de bağlıdır. Mesela falcıların… 

Falcılar kişilerin yaşamlarını nasıl yönlendiriyor?
İşte Pygmalion Etkisi’nin, yani “kendini gerçekleştiren kehanetin” yaşanmasının aracılarından biri falcılardır. Örneğin bir falcı size der ki: hayatının aşkıyla ılık bir bahar günü, bir parkta karşılaşacaksın. Belki şimdi bir AVM diyorlardır. Eğer biraz da olsa bu kehanete inanırsanız bundan sonra siz, artık eski siz değilsinizdir. Bazen bilinçli yani isteyerek, çoğu zamansa bilinçdışınızın (farkında olmayarak) etkisiyle bir süre sonra AVM’de hayatınızın aşkını arar hale gelirsiniz. Alışveriş yapmasanız da oradaki bir kafeye ya da sinemaya gider, daha fazla sosyalleşirsiniz. Bir süre sonra da biriyle tanışır ve beklendiği gibi onu hayatınızın aşkı zannedersiniz, tıpkı falcının söylediği gibi. Sonra “falcı bildi!” dersiniz. Bir çiçekçi kızı, o dönemin tabiriyle, bir hanımefendiye dönüştüren şey neyse, sizi de hayatınızın aşkını bulacağınıza inandıran şey aynıdır: Bir başkasının yönlendirmesi, bunun olacağına sizi inandırması… diyebilirsiniz ki “ne güzel! kendini daha değerli hisseden bir kadına dönüşmek ya da gerçekten birine âşık olmak”. Evet, belki bunlar güzel olabilir, peki, ya falcı “yakında işini kaybedeceksin” ya da “eşinden ayrılacaksın” deseydi… 

Nazar, beddua ve büyü inancı insan davranışlarını nasıl etkiliyor?
Eğer bir falcı size “yakında eşinden ayrılacaksın” demiş olsaydı, bu söylediği olumsuz kehanet -siz buna inanırsanız- aslında sizin tarafınızdan bir şekilde gerçekleştirilebilirdi. Mesela, belki ilişkinize daha fazla odaklanır ve görmediğiniz sorunları daha fazla fark etmenize neden olabilirdi bu kehanet. Hani az önce örneğini verdim “sakınan göze çöp batar.” diye. Durduk yere sağlıklı ve düzgün işleyen bir ilişkiyi kurcalamak, onu bozabilir de. 
Beddua, büyü ya da nazar da, tıpkı olumsuz bir kehanet ortaya atılmasının, buna inanan bireyin hayatında sorun oluşturmasına benzer biçimde, sıkıntılara neden olabilir. Psikolojide “nosebo” kavramı tam da buna işaret eder. Nosebo, plasebonun tersidir diyebiliriz. Yani, sıradan koşullarda hiçbir etkisi olmayan, ancak birey zarar göreceğine inandığında olumsuz etki gösteren maddelere denir. Bu tanımın klinik karşılığı şudur: Bir kişiye, “bu ilaç senin baş ağrılarını arttıracak” dersiniz; bir süre sonra o kişinin baş ağrıları artar. Oysa verilen madde ilaç değil, şekerdir. Evet, bildiğimiz renkli şekerlerden. Hatta bu şeker kırmızıysa daha etkili bile olabilir. Ağrıysa, birey ağrılarının artacağına inandığı için psikolojik olarak artmıştır. Bunu, ilaç prospektüslerini olması gerekenden fazla önem veren, kaygılı kişilerde de görüyoruz. Bu kişilerde, ilaçların prospektüslerinde okudukları yan etkiler daha fazla görülebilir. Bu durumda, “bu yan etki, bende kesin çıkar” inancından ya da beklentisinden uzaklaşmaya çalışmak yararlı olur.   

Peki, nosebo etkisi sadece elle tutulur bir maddeden mi ortaya çıkar? Tabii ki hayır. Eğer bir kişinin size büyü yaptığını ya da nazar değdirdiğini düşünüyor ve bundan olumsuz etkileneceğinize inanıyorsanız, nosebo etkisine maruz kalabilirsiniz. Yani, normalde hayatınızda bir olumsuzluk yaşamayacağınız halde, “bana büyü yapmışlar ilişkimin bozulması için!” diyerek ilişkinin kötüye gideceğine odaklanırsanız, ilişkiniz bozulabilir. 


Bu kitap kimler için faydalı olur?
Aslında bir ayrım yapmam zor. Ama kitabımı, herhangi bir dini inancı olsa da olmasa da din ve inanç konularını merak edenlere, özellikle duanın hastalıklar üzerindeki rolünü, nazar, büyü, fallar ve rüyalar hakkında psikolojinin ne söylediğini bilmek isteyenlere önerebilirim.  

Kitabınızı yazmanızdaki etken nedir?
Bu kitabı yazmaya “dua siğilleri iyileştirir mi?” sorusuna yanıt aradığım araştırmamı tamamladıktan sonra karar verdim. Türkiye’de el değmemiş bir konuydu bu ve bende merak uyandırıyordu. Bilim insanları duanın rolünün bir plasebo olduğunu söylüyordu ancak bunu ortaya koyacak bulguyu kendim görmek istiyordum. Ayrıca eğer dua bir plaseboysa “O halde Tanrı’nın burada rolü ne?” sorusun yanıtı önemliydi benim için. Yurt dışında duanın rolünü ortaya koyabilen çok yeni araştırmalar yapılmıştı ve biz de Müslüman bir kültürden katkıda bulunduk literatüre. Kitap da peşinden geldi zaten, kendiliğinden. 

Bu kitabı yazmamın bir diğer nedeni, özellikle son yıllarda kişisel gelişim alanında ya da din hakkında yazılan bazı kitaplarda insanlara hayal satılıyor olmasıydı. Sanki insanlara hayallerle, gerçekliğinin oldukça şüpheli olduğu bilgilerle sahte ve geçici mutluluklar verilmek isteniyordu. Bu beni, insan değerlerine saygı duymaya çabalayan, insanların aldatılmaması için uğraşan biri olarak gerçekten üzüyor ve düşündürüyordu. 

İnsanlar özellikle çaresiz bir hastalığa tutulduğunda iyileşmek için varını yoğunu ortaya koyuyor. Bunu bilen fırsatçıların ya da niyeti iyi olsa da bilgisizliğinden, gerçekten şifa dağıtabildiğine inanan bazı kişilere başvuran temiz yürekli insanların hayal kırıklığına uğramamaları için bir şeyler yapmak benim için çok önemli. Sadece hayal kırıklığı değil, ciddi maddi ve manevi kayıplar yaşamamaları, şifa bulayım derken hastalığın daha da şiddetlenmesine, hatta belki de en önemlisi hatalı bir uygulamaya bağlı ortaya çıkabilecek bir ölüme neden olunmaması noktasında bir katkı sağlamak için bu kitabı yazmak istedim. Tek bir insan için bile olsa bunun yararlı olabileceğini hissetmek benim için çok anlamlı. Hayal satmak istemedim yani, hadsizliğe kapılarak “hakikat budur” da demedim, demiyorum. Sadece, insanların daha akılcı ve gerçekçi davranmalarına bir katkım olsun istiyorum.     

Okurlarınıza iletmek istediğiniz bir mesaj var mı?
Bir insanı diğer hayvanlardan ayıran özelliğin zeka olduğu düşünülür;  aslında öyle olmasa da. Bence bir insanı diğer bildiğimiz canlılardan ayıran en önemli özellik, içgüdülerimiz dışında yeni öğrendiklerimizi bizden sonra gelen nesillere aktarabilmemizdir. Bunun için de okumak, düşünmek ve anlamak gerekir. Bence, bize bahşedilen bu özelliği yaşadıkça, yani yeni nesillere aktaracak yeni bir şeylerimiz olduğu zaman insan olduğumuzu hissedebiliriz.

Mutlaka herkesin okuması gereken kitap, dinlemesini önereceğiniz müzik ve izlenecek film sizce hangisi? 
Herkesin okuması gereken kitap, “kişinin kendisidir” desem. Önereceğim müzik de “başkalarının söylediklerini gerçekten yüreğinizle dinleyin” olsa.  
“The Matrix”. Bu filmi izlesinler, ama her sahneye dikkat ederek gerçekten izlesinler, hani “bir kişiyi gerçekten dinleyin” dedim ya, onun gibi.  Bu filmi önermek istiyorum, çünkü bu kitabımda filmin senaryosunu yazan ve yöneten Wachowski kardeşlerden aldığım ilham büyüktü.

Sağlık haberciliği üzerine düşüncelerinizi öğrenebilir miyim? Sağlık haberlerinde nelere dikkat ediyorsunuz?
Bir sağlık haberinin ilk olarak kaynağına gözüm kayar. Kaynağı yoksa itibar etmem. Kaynağı varsa, kaynağın ne olduğuna bakarım. Eğer hakemli dergilerde yayınlanmış bir makaleyse itibar ederim. Diğer türlü benim için inandırıcılığını yitirir. Eğer bunu her birimiz yapmazsak, bir sahte baldan ya da işin uzmanınca ortaya atılmamış bir diyet programı yüzünden sağlığımızı bozabiliriz. Bilginin kaynağı ve güvenilirliği konusunda okuyucuyu aydınlatmaksa habercinin ilk görevi belki de.

Sağlık haberleri diğer haber konularına göre çok çok daha hassas bir konu. Çünkü hatalı, kaynağı güvenilir olmayan bir haber, insanların sağlığına zarar verebilir ve bir can kaybına bile neden olabilir. İyi hatırlıyorum, Türkiye’de kısa bir süre önce moda olan altın çilek hapları günlerce haberlerin konusu oldu ama sonunda ölüm getirdi ve gündemden düştü. 

Ama gündemde tutan kimdi, insanları uyarması gereken? Belki hekimlerin Hipokrat yemini gibi bir yemin etmelisiniz. En azından kendi kendinize. Çünkü biz psikologların da sizin gibi bir yemini yok, aldığımız eğitim, etiğin ve bir insanın zarar görmemesinin önceliğimiz olması gerektiğini zihinlerimize kazısa da pek çoğumuz mezun olduğumuzda bunun için içimizden yemin ederiz. Bunu bana kimse söylemese de kendi adıma, yemin ettiğimi söyleyebilirim. Mezuniyetimden yıllar sonra bu yeminimde beni en çok zorlayan kim oldu biliyor musunuz? Medya. Benden bir konuda açıklama ya da haber konusu istediklerinde içinde çoğu zaman sansasyonel ya da oldukça ilgi çeken bir şeyler olmasını beklediler. Şaka gibi de olsa, bunu açıkça söyleyen bile oldu. Zaman zaman gel-git yaşadığımı itiraf ediyorum. Ama beklentilerini gerçekleştirmedim. Sonra ne mi oldu? Ben yalnızca, verilere ya da teorilere dayalı gerçeklere odaklanınca kendi istedikleri o haberleri yapmadılar. Ben de şuna karar verdim: Aynı gerçeği biraz daha anlaşılır ve farklı ifade etmeye. Bunu yapmak da pek kolay değil doğrusu. İstemesem de hataya düşüyorum.

Bence habercilik anlayışı ve medya etiği genel olarak ülkemizde yerlerde sürünüyor ne yazık ki. Ancak sizin ve sizin gibilerin hakkını vermeliyim. Birkaç yıldır sizin sağlıkla ilgili haberlerinizi takip ediyorum ve burada dile getirdiğim hususlara dikkat ediyor olmanızı saygıyla karşılıyorum. Etiği ve kaynakların güvenilirliğini birinci planda tutan, örnek alınması gereken bir sağlık habercisisiniz. Hatırlıyorum da sizinle ilk kitabım için de röportaj yapmıştık ve en ufak bir müdahalede bile bulunmamıştınız.  

Sağlıklı iletişimin olmazsa olmazı size göre nedir?
Tek sözcükle yanıtlamam gerekiyorsa “dinlemek”tir diyebilirim. Hani “söz gümüşse sükut altındır” ya. İletişimde de aktif bir dinleme hissetmezseniz anlaşıldığınızı hissetmezsiniz. Bu yüzden bazen sadece beş dakika konuşacakken saatlerce konuşur dururuz. Karşı taraf gerçekten kendini vererek dinlemediği, dolayısıyla biz de bir doyum alamadığımız için. Hastalarla çalışan meslektaşlarım iyi bilirler, bazen sadece hasta öyküsü alırsınız, onun dışında bir katkınız olmamıştır karşı tarafa o an. Ama onlar farklı bir mutluluk ve umut duyarlar. Çünkü belki ilk defa, karşılarında onları gerçekten tüm dikkatiyle dinleyen birisiyle karşılaşmışlardır.

Kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
Tam 80’de Ankara’da doğdum ve hatta büyüdüm. Doğum yılımın adıma bir etkisi varmış gibi görünse de, yok. Keyifli bir çocukluk geçirdim, ta ki ortaokula kadar. Sonrası… uzun bir süresi karışık! Karmaşanın ne olduğunu söylemeyeceğim. 

Üniversite tercihi günü geldiğinde ne istediğimden hiç emin değildim. Baktım olmayacak “ne istemediğimi bir anlayayım bari” dedim. İstemediklerimi eleyince geriye de psikoloji okumak kaldı. Bir hayli bilinçli tercih! 

Okul sıraları her zaman olduğu gibi sıkıcıydı benim için. Psikoloji okumak bile başta sıkıcı gelmişti, oysa belki en keyifli bölümlerden birisiydi. Kalabalıklar da üstüme yürüyor gibiydi ve o sırada hayatıma gitar giriverdi. Tınısı büyüleyici, taşıması da kolaydı. Tamam! Aslında karşı cinse daha kolay yaklaşabiliyordum. Bir süre sonra aniden flamenkoyla tanıştım. Yeni, cansız, kaprisli ve gerçekten mayası odun olan bir sevgili… Yüzüme gülümsedi; tutkulu ve karşı konulamazdı. Ben de ona âşık oldum, tutuldum. Sonra bir gün taş, pardon, odun kalpli sevgilimden nihayet ayrılmaya karar verdim. Çünkü olmuyordu, ilişkiyi yürütemiyordum. Şimdiyse arada bir görüşüyoruz; psikolojinin ışığında biraz yazı, biraz da müzik… evrenhosrik.com